Tuğrul Kuşu - Yeni Mecmua

Tuğrul Kuşu

 


"Bir ömr-i muhayyel... Hani gülbünler içinde
Bir kuşcağızın ömr-i bahârîsî kadar hoş;
Bir ömr-i muhayyel..."
Tevfik Fikret
               1-Gül Kokusu

   Mehtap, odayı aydınlatırken esmer cariye, pencereden yıldızları seyreden Miyase'nin altın sarısı saçlarını tarıyordu. Mehtap, saçlarının üzerine vurmuştu. Buna binaen saçları, güneş gibi parıldıyordu. Genç kız, sundurmanın kemerinin üzerindeki Tuğrul kuşu çinisine baktı.

    "Hiç Tuğrul Kuşu gördün mü Arziye?" diye sordu cariyeye.

    "Hayır. Amcanızın cülusunda* bulundunuz. Siz gördünüz mü?"

    "Ben o zaman çok küçüktüm. Hatırlamıyorum."

    "Söylentilere göre kartallardan daha yükseklerde uçarmış. Devasa, kırmızı tüyleri; uzun pençeleri varmış. Tahta çıkan bütün dedelerinizi Tanrı'dan aldığı kutla o seçmiş. Padişahlara zor durumlarında yardım eder, hastalıklarını tedavi edermiş. İstediğini istediği yere uçururmuş..."

    Miyase, yıldızlara veda etti ve yatağına doğru yürüdü.

    "Neyse, bu kadarı kâfi, çekilebilirsin.” dedi Arziye’ye.

 Yatağın cibinliğini çekti. İpek yorganının altına girip başını satenden yastığa yasladı. Arziye de, gümüş tarağın üzerinde biriken küçük saçları temizledi. Sonra da tarağı Miyase’nin siyah dolabının üzerine koydu. Gümüşlerle ve altınlarla kaplı kapıya doğru ilerlerken Miyase'nin ellerinin kasıldığını, sağa sola hareket ettiğini ve titrediğini gördü.

    "Sultanım iyi misiniz?" dedi. Tüyleri ürperdi. Miyase'nin yanına vardı. Elini alnına koydu, ateşi yoktu.

    "İyiyim, yalnızca nöbet..."

    "Kalmamı ister misiniz?" diye sordu Arziye.

    "Hayır, gidebilirsin."

    Miyase'nin ciğerlerine kadar dolan gül kokusu kayboldu. Nöbeti geçmişti. Gözlerini yumdu.

                                                                     ***                   

    Miyase, seher vaktinde uyandı. Beyaz geceliğini çıkarıp lacivert renkli astarlı bir elbise ve üzerine de açık mavi renkli bir ferace giydi. Saçlarını mavi kurdeleyle topladı. Biraz sonra kapı çalındı. Miyase, deri çizmelerini giyerken:

    "Girin!" dedi yüksek sesle. Kapı açıldı. Gelen Arziye'ydi. Ellerini önünde kavuşturdu ve Miyase'ye baktı:

    "Sultanım, ablanız Nadide Hanım Sultan geldiler. Sizi bekliyorlar."

    "Buraya gelsin. Kahvaltıya birlikte ineriz."

    Arziye başını öne eğdi. Odadan çıktı. Miyase de pencereye yaklaştı. Hava güneşliydi. Kuşlar, büyük söğüt ağaçlarının dallarına tünemiş ötüyordu.

    "Bahar suvaresi* vardı!" dedi kendi kendine.

    "Ve biz suvareye birlikte katılacağız..." diyordu arkasından gelen tatlı, naif ses. Bu ses ablasına aitti.

    "Bana müsaade yok." dedi, mahcup olmuştu. Ablasına döndü. Tül başörtüsünden bir tutam kestane rengi saç sarkıyordu. Toplu bir kadındı. Binaenaleyh üzerindeki süslü yeşil elbise bol da olsa vücut hatlarını biraz gösteriyordu. Boynuna elmastan bir gerdanlık takmıştı:

    "Ulu Kamın* sana verdiği emleri* düzenli kullanıyor musun?" diye sordu Miyase'ye.

     "Başka çarem yok. Onlar sayesinde uyanık kalabiliyorum.”

     "İyi o vakit."

    "..."

    "Gerdanlığıma mı bakıyorsun? Gündüz, Liberya'dan benim için getirtti."

    "Evet, çok güzelmiş abla."

    "Daha iyisi senin olsun. Bizim Mülâzım-ı evvel* Tuğrul sana daha güzellerini alsın."

    Nadide gülmeye başladı. Miyase kollarını kenetledi ve suratını astı:

    "Ona ne!"

    "Sana gönlü varmış."

    "Bir keresinde Gündüz Ağa'yla senin düğününde karşılaştım onunla. Konuşmadık etmedik. Niye gönlü olsun?"

    "Şaka yaptım canım. Kayınpeder sizi çok yakıştırmış."

    "Müthiş!"

    "Amaan... Sultan Ragıf'la yenge Hanım Sultanlar bizi bekliyorlardır. Yemek salonuna inelim hadi."

 

                                                                     ***

  Yemek salonu Hilal Sarayı'nın birinci katındaydı. Yüksek ve geniş tavanında yakuttan avizeleri, boydan boya Payitaht-ı Saltanat'ın Boğaz'ını gören pencereleri ve otuz kişilik terasında mermer sütunları vardı. Salonun orta yerinde ise yirmi kişilik ahşap, kırmızı kadifeden işlemeli bir sofra beziyle örtülü büyük bir masa vardı. Firuze Sultan'ın hazırlattığı kahvaltılıklarla donatılmıştı. Nadide ve Miyase, sol başköşede oturan Firuze Sultan'ın yanına oturdular. Firuze Sultan'ın karşısında da padişahın ikinci eşi Albastı Hatun oturuyordu. Zümrüt yeşili gözleri ve bel hizasında uzun ve gür kızıl saçları vardı. Oldukça şık ve alımlıydı.

  Sensibya Derebeyi Prens Billy'nin öz kızıydı. Sultan Ragıf, onunla bir sene evvel Prens Billy'nin ısrarlarına dayanamayıp evlenmiş, çeyiz olarak da Prens Billy'den, yönettiği eyaletin üçte birini istemişti. Zor durumda olan yaşlı, kedi bıyıklı Derebeyi de bunu kabul etmişti. Nihayetinde Turhan İmparatorluğu dünyanın en güçlü devletiydi. Firuze Sultan ise Troyalı bir cariye iken veliaht şehzadenin annesi olmuştu. Siyah saçları ve mavi gözleri vardı. Ancak saçlarının uçları gri rengindeydi. Daima muhafazakâr kıyafetler giyer, süsten ve şaşaadan kaçınırdı. On dokuz yaşındaki oğlu Şehzade Turhan da sağ başköşenin yanındaki sandalyede oturuyordu. Sarı perçemleri fesinin altından sarkıyordu. Kaşları daima çatıktı. Yusyuvarlak kahverengi gözleri vardı. Hanedan mensuplarının haricinde Sadrazam Alpamış Paşa, başkumandan Gündüz Beğ ve Hilal-i Vatan Fırkası'nın* azalarından* birkaç devlet görevlisi de kahvaltıya teşrif etmişti.

    Biraz sonra salonun kapıları açıldı. Odaya iki zühaf alayı* askeri girdi. Gür bir sesle:

    "Sultan Ragıf Han Hazretleri!" dediler.

    Ardından padişah odaya girdi. Herkes ayağa kalktı. Padişah ağır ağır masaya doğru yürüdü. Elindeki bastonu masaya dayadıktan sonra sağ başköşeye oturdu. El işaretiyle herkese oturmalarını emretti.

    "Tengri'nin bütün sıfatları ve isimleriyle." dedi tok bir sesle. Önündeki peynirden bir lokma alınca herkes yemeğe başladı.

    "Fıstıklı saray helvalarını senin için hazırlattım Miyase. Sen çok seversin." dedi fısıltıyla Firuze Sultan. Miyase:

    "Müteşekkirim sultanım." dedi ve gülümsedi. Amcası Sultan Ragıf'a baktı:

    "Sultanım, bugün ki bahar suvaresine benim katılmama da müsaadeniz var mı?"

     "Ne yazık ki evladım, bu suvare seni yoracaktır. Ben müsaade etsem Ulu Kam müsaade etmez."

    "Büyüklerim nasıl uygun görüyorsa..."

    Alpamış Paşa ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra:

    "Aslında Sultanım, bu ara suvareleri ertelesek iyi olur. Reayanın sıkıntıları çoğaldı. İlgilenmemiz gereken tonla iş var." deyince Albastı Hatun tıksırdı ve:

    "Bahar suvaresi halkla iç içe olmak için bir fırsat değil mi?" dedi.

    "İktisadi ve siyasi sıkıntıları kastediyorum Albastı Hatun."

    "Sultanımızın bir kez olsun istirahat etmeye hakkı yok mu? Bu sıkıntılarla şenliğe katılmayıp siz ilgilenmelisiniz."

    Suvareyi tanzim eden Albastı Hatun'du. Bu yüzden ertelenmesini istemiyordu.

    Zümrüt yeşili gözlerini sultanın lacivert renkli gözlerine kitledi.

    "Albastı Hatun'la mutabıkım. Ancak Senin, nazırlarımın, ordudaki subayların ve erlerin, yasavulların* dahi istirahate ve eğlenmeye ihtiyacı var. Yalnız benim değil." dedi ağarmış sakalını sıvazlarken Sultan Ragıf.

    Gözü seğiren Gündüz Beğ, ağabeyi Alpamış Paşa'nın kulağına eğilerek:

    "Bugün Albastı Hatun'un mutlak monarşisi* ilan edilirse şaşırmam. Yağmurdan kaçarken doluya yakalanırız Tengri esirgesin." dedi kimsenin duyamayacağı kadar kısık bir sesle. Alpamış başını salladı: "Evet kardeşim, helva leziz olmuş!"

      Bu sırada Miyase öksürmeye başladı. İstemsiz kasılıyordu ve ağzından köpükler geliyordu.

    "Miyase!" diye bağırdı Nadide. Hızla kızın ağzındaki köpükleri masadan aldığı mendille sildi.

    "Tamam, geçti." dedi ve Miyase'nin başını göğsüne hafifçe dayadı.

     "Yerinde olsam hâlâ şenliğe katılmakta ısrarcı olmam." dedi alaycı bir ifade takınarak Şehzade Turhan. Miyase başını kurtardı. Gül kokusu kaybolmuştu. Ağzına mendil dayadı ve masadan kalktı. Koşarak salondan çıktı.

                                                            ***

    Odasına girer girmez ağlamaya başladı.

    "Ben diğer kızlar gibi olamayacak mıyım?" dedi hıçkırarak. Peşinden Arziye odaya girdi:

    "Sultanım, ne oldu size?" diye sordu Miyase'nin solgun yüzüne bakarak.

    "Hiçbir şey olmadı."

    "Benden bir ricanız var mı? Müsterih olmam mümkün değil bu durumda."

    "Evet, senden bir ricam var. Çekilebilirsin."

    Yatağının yanındaki sandıktan emlerini aldı.

    "Buyruk sizindir sultanım. Yalnız kalmak istiyorsunuz zannedersem." dedi ve odadan çıktı.

Miyase, ilaçlarını içti. Ardından yatağına uzandı. Gözlerini yumdu.

                                                               ***

    Uyandığında yeni öğlen olmuştu. Ayakucunda, katlı bir vaziyette şalvar, yamalı göynek ve sarık vardı. "Kim bıraktı bunu? Arziye!" diye seslendi. Çıt çıkmadı. Yataktan kalktı. Kıyafetlere dikkatlice baktı. Göyneğin sol cebinden katlı bir kâğıt sarkıyordu. Kâğıdı alıp açtı. Bozuk bir Thrakçayla not yazılıydı:

    "Hanım Sultanım, bunları giyin. Duvardaki aynaya dikkatlice bakın. Bana sonra teşekkür edersiniz."

-Albastı Hatun

    "Deli herhâlde! Bu münasip mi?" diye söylendi. Tekrar tekrar notu okudu. Gözlerini belertti:

    "A... Sanırım şimdi anlıyorum. Bu çok münasip." dedi ve hınzırca güldü. Elbisesini çıkarıp yatağın üstündeki gömleği ve şalvar giydi. Sarığı, saçlarının buklelerini saklayarak ve sarığın uzantısını peçe gibi taktı. Çizmelerini çıkardı. Yerine kahverengi takunyalar giyecekti ki vazgeçti. Düşkün bir adam gibi görünmek istiyordu.

    Aynaya yaklaştı. Aynanın üzerinde ve sade bakırdan kenarlarında im arasa da bulamadı. Notu tekrar okudu:

    "Duvardaki aynaya dikkatlice bakın..."

    Denileni yapıyordu lâkin yeşile çalan ela gözlerinden başka hiçbir şey gözüne çarpmıyordu. Ela gözler... Gözler... Acaba cevap bu muydu? Gözlerinin Aynadaki yansımasına iki eliyle dokundu. Ayna bir düğme gibi geriye doğru hareket etti. Sonra da sağa doğru sürüklenerek taş duvarlar ardında kayboldu. Gizli bir yol açılmıştı. Nereye kadar devam ettiği belli olmayan spiral bir merdiven vardı.

   "Vay be Albastı Hatun, sen neymişsin be!" dedi ve güldü. Pek de sağlam olmayan tahta merdiven basamaklarından dikkatlice iniyordu. Basamakları loş ışıkta zor da olsa seçiyordu. Nihayetinde karşısında dar bir dehliz çıktı. Yavaş yavaş koridorda yürüdü. Önüne çıkan tahta ahşap kapının kırık yerlerinden gün ışığı sızıyordu. Kapıyı açınca ılık hava yüzüne çarptı. Gözleri küçülmüştü, gülümsüyor olmalıydı.

    Kapı, şehir meydanına kadar uzayan kıvrımlı toprak yola açılmıştı. Sağda ve solda sıralanan dükkânları seyrederek yürüdü. Burnuna kebap kokuları geliyordu. Kimi dükkânların tezgâhlarında ise şekerler diziliydi. Birkaç sahafın, imalatın ve kahvenin de önünden geçti. Şehir meydanına çıkan yokuştan çıkmaya başladı. Başındaki sarık dengesini kaybetmesine neden oldu.

 Ayağı kaydı ve tepe taklak sırtüstü düştü. Sarığı başından çıkmıştı ve saçları dağılmıştı. Üstü toz topraktı.

    "Durun, yokuştan biri düştü!" diyen endişeli ve yorgun bir ses işitti. Sesin sahibinin adımları gittikçe yaklaşıyordu. Toparlanmaya çalıştı. Dizlerinin üstüne oturdu. Bu sırada sesin sahibi çoktan başına dikilmişti.

    "İyi misin?" diye sordu elini uzatarak.

    "Hiç bu kadar iyi olmamıştım Tuğrul!" diye yanıtladı Miyase. Tuğrul'un uzattığı ele ters ters baktı ve bir müddet debelendi. Sonra kendi kendine ayağa kalkmaya muvaffak oldu. Önce Tuğrul'a, sonra da çevreye baktı. Tuğrul ve onun gerisinde duran iki ihtiyat zabitinden* başka kimse yoktu.

    Tuğrul'un astragan kalpağının altından ön kısımları uzun kumral saçı gözüküyordu. Hilâl nişanı, yeşil üniforması, revolveri, burma bıyığı, parlayan dişleri ve vakur duruşuyla mülâzım-ı evvel olduğunu belli ediyordu.

    "Sultanım bu ne vaziyet?" dedi yerdeki kavuğa bakarak.

    "Şenlikte oyun oynanacak. Onun için."

    "Oyun oynanmayacak diye biliyorum Hanım Sultanım. Olsa da size makbul değil."

    "Yanlış biliyorsunuz."

     "..."

    Miyase, Tuğrul'un kulağına eğildi:

    "Hanedanın bütün mensupları hatta ülkenin dört bir yanından insanlar şenliğe katılıyorlar. Hünkâr amcam müsaade vermedi gelmeme. Hastayım ya!" diyerek vaziyetini açıkladı. Tuğrul başıyla onayladı.

    "Anlaşıldı, üstünüzü başınızı toplayın da bizimle gelin Miyase Hanım Sultan. Şenlik başladı, oyuna yetişemeyeceksiniz." dedi. Miyase'nin dudağının kenarları memnuniyetle kıvrıldı. Sarığını tekrardan taktı. Gerideki iki zabit de güldü.

    Tam bu arada şiddetli bir gümbürtü duyuldu. Dördü birden yere çömeldi.

    Miyase'nin burnuna yine o güzel gül kokusu geldi. Elleri ve dizleri titremeye başladı. Kasılıyordu. Üstlerinden tayyareler uçuşuyordu. Bu savaş tayyarelerinin bir kısmı Thraklara aitken diğer bir kısmı da Sensibyalılara aitti. Thrak tayyarelerinin* pilotları Thrak değildi. Bu bir baskındı.

    Tuğrul Miyase'yi kolundan tutarak ayağa kaldırırken:

    "Sakin olun sultanım, korkulacak bir şey yoktur umarım. Siz burada bekleyin. Biz ne olduğunu öğrenip geleceğiz.” diyor, onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Biraz sonra yokuşu çıkarak gözden kayboldular.

    Miyase, şuuru* yerine gelince olan biteni anlamaya çalıştı. Bu sırada omzuna bir el temas etti. Elin sahibine döndü. Siyah şapkalı, uzun sakallı, gözleri yuvalarından çıkık bir adamdı.

    "Şenliği kaçırmayın efendim! Gelin birlikte gidelim." dedi Miyase'nin omzunu sallayarak.

Miyase omzunu kurtardı ve hızla yokuşu çıktı. Adam da onu takip etti.

    Yokuşu çıkar çıkmaz dehşete kapıldı. Bir ileri bir geri sendeledi. Meydanın ortasında ev, dükkân enkazları; kesik uzuvlar ve insan cesetleri vardı. Meydanı bezeyen tüller şimdi kana bulanmıştı. Bir kadın yere çökmüş, ölen küçük oğlunun önünde hıçkırıyor ve bağırıyordu.

    Miyase'nin midesi bulandı. Elini ağzına götürdü. Meydanda dolaşan bir adam cesetlerden birinin yanına çökmüş, cesedin üstündeki eşyaları büyük cebine gülerek atıyordu. Uzun örgülü beyaz sakalını çekiştire çekiştire diğer cesetleri de taradı. Sonra diğer cesetlerden farklı olarak uzun bir direğe asılmış başka bir cesedin yanına gitti. Boğularak öldürülmüştü. Yani Turhan Hanedanındandı. Turhan soyundan gelen birinin kanını Turhan soyundan olmayan biri asla dökemezdi.

    O cesede iyice sokuldu ve elbisesinin yakasını açtı. Cesedin boynundaki halatın altında duran gerdanlığı çekerek aldı. Şimdi fark etmişti onu Miyase. O, ablasıydı.

    "Nadide!" diye çığlık attı ve ağlamaya başladı. Siyah şapkalı adam yokuşu çıkmıştı. Miyase'nin bileğini tuttu. "Pek de eğleniyor gibi gözükmüyorsun! " dedi. Miyase'ye ani ve şiddetli bir tokat attı. O da yere sırtüstü düştü.

    "Bu şiddete kimse dayanamaz. Nasıl olurda burnundan kan bile gelmez yoksa sen de mi onlardansın?" diye sordu adam.

    "..."

    "O hâlde seni de boğmam gerekecek."

    Şapkasını çıkardı ve yere fırlattı. Bu adam Kara Saçlılardandı.

    Kara Saçlıların uzun iğnelere benzeyen siyah saçları vardı. Bu saçlara istedikleri şekli verebiliyorlardı ve saçlarını uzatıp kısaltabiliyorlardı. Adam da saçlarını halat gibi Miyase'nin boynuna doladı. Bu sırada burnuna yine gül kokusu geldi. Şuuru yerinde değildi fakat bu defa farklı bir şey oldu. Şuuru, kendisini boğmaya kalkışan adamın şuurunu ele geçirmişti. Onun zihnini okuyabiliyor ve kontrol edebiliyordu. Onu yönlendirmeyi denedi. Boğazına dolanan siyah saçları, adamın ellerini kontrol ederek çözdü. Adamın sağ eliyle de adamın sağ yanağına tokat attı. Bu sırada Miyase'nin nöbeti geçti. Şuuru yerine geldi. Adama baktı. Burnu kanıyordu.

"Az önce kendi kendime... Sen..." dedi adam, elleri titriyordu. Miyase'nin gözleri karardı. Gül kokusundan sonrasını hatırlamıyordu.

                                                               ***

    Miyase odasındaydı. Geniş ve rahat taburesinde oturmuş mehtabı seyrediyordu yine. Saçı taranıyordu. Lâkin bu sefer saçını başkası tarıyor gibiydi. Arziye'nin eli beyaz ve nasırlı değildi. Arkasına dönüp kimin taradığına baktı. Tarayan babası Sultan Halid'ti. Gülüyordu.

    Tıpkı onu son gördüğü gün ki gibi gençti. Gözleri buz mavisiydi ve sakalları kızıldı. Miyase tabureden kalktı. Babasına cüzzamlı birine bakıyormuş gibi tiksinerek baktı.

    "Sakalın, yurt evlatlarının kanıyla sulanmış… Hain!" dedi.

    Babası başını iki yana salladı. Ve öksürmeye başladı. Aniden yere yığıldı.

    Miyase, babasına yaklaştı. Adamın yüzü solmuştu. Boğazında telem* vardı.

                                                                ***

    Gördüğü kâbusun -ki belki de kâbusların- etkisiyle ufak çaplı bir çığlık atarak uyandı. Kırmızı bir iskemlede yattığını fark etti. Doğruldu ve oturdu.

    Çok küçük bir odada olduğunu düşünüyordu. Oda aynı zamanda hareket ediyordu.

    Lâkin hareket eden bir odada değil, landodaydı*. Bunu kendine gelince fark etti. Landonun tahta kapısına üç kez vurdu. Lando durdu. İnce bir gölge landonun kapısına yaklaştı. Kapı açıldı.

    Kapıyı açan Tuğrul'du.

    "Benden upuzun bir izah bekliyor olmalısınız Sultanım." dedi sol omzunu kapının kepengine dayayarak.

    "Uzun bir izaha gerek yok. Zira Der Saadet'in Kara Saçlılar ve Sensibyalılar tarafından bağımsızlıklarını elde etme arzusuyla işgal edildiğini, isyanın öncüsünün Albastı Hatun olduğunu; Thrak halkının, askerlerin ve hanedan mensuplarının öldürüldüğünden haberim var."

    Tuğrul Miyase'ye boş boş baktı. Ağzını araladı:

    "Bütün bunları sana kim anlattı? Seni öldürmeye kalkışan herif mi?"

    "Öyle. Senin izahın ne?"

    "Sultanım, tüm hanedan üyeleri katledilmedi. Siz ve Turhan Şehzade sağsınız. Ağabeylerim Gündüz Beğ ile Alpamış Paşa canlarını zor kurtarmış. Çok fazlalarmış. Donanmamız perişan... Tayyarelerimiz onların elinde. Sağ kalan ve esir düşmeyen nazırlar, subaylar, erler ve Thrak halkı büyük göç dalgaları hâlinde Orta Thrakya'ya ilerliyor. Biz de dahil. Hatta geçtik bile. Birazdan Kartal Kayası'na gireceğiz."

    "Orada ne yapabiliriz?"

    "Üçüncü ordu yakın oraya. Askerleri kışlaya yerleştireceğiz. Uluğ Sahada Şehzade Turhan'ın Cülus töreni yapılacak. Kartal Kayası mutasarrıfı* bizi konağında ağırlayacak. En azından biz, Saltanat naibeliğini ilan eden

  Hatunun işini görene kadar… Sizin de Yenge Sultan gibi öldüğünüzü sanmıştım. Lâkin baygındınız."

    "Keşke ölseydim. Bana müstahak. Ölmeliydim."

    Landodan indi. Sağına ve soluna baktı. Kafileler hâlinde askerler ilerliyordu. Durumları berbattı. Bir an duraladı. Tuğrul yine karşısına dikildi. İnce cüssesine rağmen Miyase'yi hiç zorlanmadan kaldırdı sonra da omzuna aldı. Atını yularını landodan tek eliyle çözdü ve Miyase'yi atına oturttu. Kendisi de ata bindi ve askerlere:

    "Uluğ Saha'ya kadar durmak yok. Elinizi çabuk tutun!" diye emir verdi.

    Miyase ilk defa yan şekilde ata binmişti ve Tuğrul atını süratli sürmeye başlayınca çok sıkı bir şekilde ona sarılmak zorunda kaldı.

    "Öyle davranırsan olacağı bu!" dedi Tuğrul.

   Kafile uçurumlu, kumlu lâkin kaygan yolları dahi geçip Uluğ Saha'nın önünde durdu.

                                                                      ***

    Uluğ Saha, elips biçimindeydi ve yükselen sekiliklerden* oluşuyordu. Şehzâde Turhan, sahanın ortasındaydı. Etrafında ateşten bir çember vardı. Kamlar da ateşten çemberin etrafında dönüyor, davul çalıyor ve algışlar okuyorlardı. Neferler sekiliğin arkalarında oturuyorlardı. En öndeyse Miyase, Alpamış Paşa ve Gündüz Beğ'in ortasında oturuyordu. Erbaşlardan ve mülazımlardan bazıları sahanın köşelerine "hazır ol!" vaziyetinde dizilmişlerdi. Zira bütün Zühaf Alayı katledilmişti. Sultan adayını koruyacak kimse yoktu. Tuğrul da mülazımların arasındaydı. Ayine çok yakından şahit olacaktı.

    Gündüz Beğ üst üste üç kere tütün sarıp içti. Her ne kadar töreye saygısızlık olsa da kimse buna ses çıkaramadı. Eşi yeni ölen birine saygısızlık etmek de töreye uymazdı. Gündüz Beğ'in elindeki son izmarit yere düştü. Duman yükseliyordu. Söylenerek ayakkabısıyla söndürdü. Biraz sonra sahaya Ak Kam girdi.

    "Ayin asıl şimdi başlayacak küçük hanım sultan. İyi seyret." dedi Miyase'nin kulağına alçak sesle Alpamış Paşa. Miyase, başıyla onayladı.

    Ak kam algışlar* okuyarak ateş çemberine süt serpti. Ateş sönünce tüm kamlar geriye doğru çekildiler. Yer titremeye başladı.

    "Tuğrul kuşu uçuşa kalkmış olmalı, birazdan burada olur." dedi heyecanla Alpamış Paşa. 

    "Kendi ayini olsa bu kadar heyecanlanmazdı." dedi Gündüz Beğ.

    Herkes başını gökyüzüne çevirdi.

    Geliyordu. Hem de çok yükseklerden...

    Bakır rengindeki tüyleri, alevler saçıyordu. Her kanat çırpışında ortaya inanılmaz bir görüntü çıkıyordu. Başı köpek gibi bir hayvanı andırırken uzun gagası ve kanatları onun kuş olduğunu ispatlıyordu.

    O da neydi? Kuş rotasını şaşırmıştı sanki. Sekiliğin ortasına doğru alçalıyordu. Şehzade Turhan tökezleyerek yere düştü. Miyase'nin yüreği çarpmaya başladı. Herkes hayretler içerisinde kalmıştı. Kuş yere iniş yaptı. Dev pençelerini yere batıra çıkara ilerledi ve Miyase'nin önünde durdu. Ve başını öne eğdi. Miyase sağ eliyle titreye titreye kuşun gagasını okşadı. Kuşun altın rengindeki iri gözlerine bakakaldı. Tam gagasını bırakacaktı ki kuş, yanarak küle dönüştü. Küllerin çoğu Miyase'nin elinde birikti.

    "Külleri yukarıya fırlat Miyase, çabuk ol!" dedi Gündüz Beğ. Miyase denileni yaptı. Küller gökyüzünde tekrar bir biçim kazandı ve kuşa dönüştü. Çoktan uçuşa kalkan kuş, geldiği rotadan süzülerek geri dönüyordu.

    "Kut, Miyase Hanım Sultan'ındır. Tuğrul Kuşu artık onun yoldaşıdır." dedi Ak Kam birtakım gırtlak ezgileri söyleyerek.

    Şehzade Turhan hışımla kalktı:

    "Padişah benim! O bir cadı... Padişah benim!" diye bağırdı.

    "Padişah olsaydın bunu söylemeye gerek duymazdın şehzadem!" diye karşılık verdi Miyase.

    "Tıpkı senin yanındaki kancıkların aşüftesi olduğunu söylemeye gerek duymaman gibi. Bakın, bu işte bir hile var!"

    Tuğrul bunu işitince tüm öfkesi ve gözü karalığıyla revolverini Şehzade Turhan'a doğrulttu ve dört el ateş etti. Alpamış Paşa'nın yaşanılanlar karşısında gözleri dönmüştü. Ayağa kalktı:

    "İyi halt ettin kardeşim. Turhan devletinin bir şehzadesini öldürdün!" diye azarladı kardeşini.

    Miyase de ayağa kalktı. Alpamış Paşa'nın omzuna elini koydu:

    "Sakin ol Alpamış Paşa, o bir Şehzade değilmiş. Turhan soyundan gelen birinin kanını Turhan soyundan olmayan biri asla dökemez..."

    Sözlerini tamamlayınca burnuna yine o güzel gül kokusu geldi.

 

                                                                                ***



___SÖZLÜK____

cülus* tahta çıkma, hükümdarlık tahtına oturma

suvare* şenlik, eğlence

kam* Türk, Altay ve Moğol halk kültüründe büyücü din adamı, doktor, Şaman. Topluluklarda doğaüstü güçlerle iletişime geçtiğine inanılan din adamı.

em* ilaç

Mülâzım-ı evvel* üsteğmen

 Fırka* siyasi parti 

aza* üye

zühaf alayı* padişah muhafızı 

yasavul* polis

mutlak monarşi* yasama ve yürütme kuvvetlerinin hükümdarda toplandığı bir hükûmet sistemidir. Bu sistemde, devlet içinde tek ve en büyük otorite sahibi hükümdardır.

ihtiyat zabiti* yedek subay

tayyare* uçak

şuur* bilinç

telem* asılarak boğulma durumunda ipin boyunda bıraktığı iz

lando* at arabası

mutasarrıf* Osmanlı yönetim teşkilâtında sancakların yöneticisine verilen isimdir. Bu evrende ise valilerin genel ismidir.

sekilik*tiyatro, tribün

algış*dua 




Yorum Gönder

0 Yorumlar